Yaratıcı Dramayla Çehov’un Sahnesinden Bach’ın Gökyüzüne

Yaratıcı Dramayla Çehov’un Sahnesinden Bach’ın Gökyüzüne

 

Hayat, bazen tek bir kelimeyle bizi farklı yönlere savurur. “Martı” sözcüğü de böyle. Çehov’un 1895’te yazdığı oyun ve Bach’ın 1970’te kaleme aldığı novella aynı adı taşır, ama aynı yolda yürümez. Biri sahnenin puslu ışığında hayal kırıklıklarını fısıldar, diğeri gökyüzünde özgürlüğün melodisini kurar.

Bu iki martıyı yan yana getirmek, bir edebiyat masasında tartışma açmak değildir yalnızca. Aynı zamanda yaratıcı drama sahnesine biri yere çakılan, diğeri göğe yükselen iki farklı “uçuşa” davet etmektir. 

 

Çehov’un Martısı ve Sahnede Donan Sessizlik

Çehov’un Martı oyunu, taşranın sıkışmış havasında nefes almaya çalışan karakterlerle doludur. Genç Treplev’in tutkuları, annesiyle çatışması, umutsuz aşkı, tüm bunlar sahnede ağır bir sessizlik içinde akıp gider. Martı, burada kırılan bir kanadın, gerçekleşmeyen bir hayalin sembolüdür.

Yaratıcı drama açısından bakıldığında, Çehov’un martısı “katılımcının içsel çatışmasını sahneye taşıma” çağrısı gibidir. Uçamayan bir martıyı canlandırmak, izleyeni kendi yarım kalmış yönleriyle yüzleştirir. Seyirci yalnızca bakmaz, kendi hayatındaki tıkanıklıkları hissetmeye başlar. Çehov’un martısı, uçmayı deneyip düşmenin dramasıyla hepimizi sahneye çağırır.

 

Bach’ın Martısı ve Gökyüzünün Daveti

Richard Bach’ın Jonathan Livingston Seagull adlı eseri ise kanatlarını yere değil, göğe açar. Jonathan, sıradanlığa karşı direnen bir martıdır. Uçuşun doğasını keşfetmek, sınırlarını aşmak ister. Onun mücadelesi, sürüye karşı değil, sıradanlığa karşıdır.

Bu martı, yaratıcı drama sürecinde “özgürleşmenin provası” dır. Katılımcı, kanatlarını açtığında sadece kuşu değil, kendi potansiyelini de oynar. Jonathan’ın uçuşu, hayali bir sahne dekorunu aşarak, izleyenin hayal gücünü gökyüzüne çıkarır. Oyun artık yalnızca seyredilmez; birlikte yaşanır.

 

İki Martı Arasında İnsan

Çehov’un martısı yere düşerken, Bach’ın martısı yükselir. Bu iki uç, insanın içindeki çelişkilerin aynasıdır. Bazen kırılgan, bazen özgür, bazen yere çakılmış, bazen göğe kanatlanmıştır. Yaratıcı drama tam da bu geçişlerde ortaya çıkar. Çünkü drama, “ya düşseydim, ya uçsaydım” sorusunu bedene, söze, harekete dönüştürür.

Martı, böylece yalnızca bir kuş olmaktan çıkar. Oyunlarda, atölyelerde, içsel yolculuklarda karşımıza çıkan düşmek, kalkmak, yeniden denemek gibi bir metafora dönüşür:

 

Sanatın Sahnede ve Gökyüzünde Buluşması

Çehov için sanat, gerçekliği olduğu gibi sahneye taşımaktır; sıradan anların dramatik gücünü hissettirmektir. Bach içinse sanat, insanın ruhunu büyütmek ve onu dönüştürmek için bir araçtır. Bu iki bakış, yaratıcı dramanın doğasında birleşir: hem gerçeği sahneye koymak, hem de o gerçeği dönüştürmek.

Çehov’un martısı kulağımıza fısıldar: “Hayat çoğu zaman beklentilerin altında kalır.”

Bach’ın martısı ise haykırır: “Hayat sınır tanımaz, yeter ki uçmayı dene.”

Yaratıcı drama bize üçüncü bir ses ekler: “İkisini de oyna, hisset, yaşa. Düşerken de uçarken de öğren.” Belki de mesele martı olmakta değil, sahnede, gökyüzünde, her gün yeniden “uçmayı denemekte”.

 

Önceki BlogICF CCE Onaylı Yaratıcı Drama Teknikleri ile Koçluk Yetkinlik ve Becerilerini Geliştirmek