Yıl 1965, aylardan Eylül ve hayata gözlerimi açtım. Hayat bugüne kadar sürekli tesadüfler ve bizzat içinde de bulunduğum inanılmaz komedilerle geçti. Komik olan sadece benim yaptıklarım ya da yaratıcılıklarım değil ailemin birçok kahramanı da var malzemelerin arasında.
Doğum anım bile aslında tam bir tıp harikası. Ana kordonu tabir edilen, milletin gırtlağına, eline, beline dolanır, benim alınıma dolandığından babamın deyimiyle “topatan kavunu” gibi bir kafa olarak doğmuşum. O an kucağına kim alacak şaşırmışlar doğal olarak bu hilkat garibesini. Kısa sürede düzelmiş ama okul yıllarımda çoğu zaman içini hep boş sanmışımdır.
Adıma gelince, babam bir gece karanlık bir yolda yürüme esnasında uzun uzun “- ne isim koyayım” diye düşünürken, uzaklardan gelen bir çağrıyla adımı bulmuş. Gerçi o adı çağıranı da hiç görememiş ortalıkta. Sanki mistik bir hikâyeymiş gibi anlatır durur.
Babamın asıl hedefi 4 çocuğa sahip olup isimlerini “ Şafak – Tan – Doğan – Güneş” olarak dizayn etmekmiş. Sonrasında içinde kalmasın diye yukarıdakilerden birini kardeşime de koymuş ancak ben bu ismi kardeşimin şu an içinde bulunduğu konum ve kariyeri açısından veremeyeceğim. Kendisinden bahsettiğimde adını siz hep “ Sarı Çocuk” olarak göreceksiniz.
Sarı Çocuk nereden geldi değil mi? Yaklaşık üç yıl kadar evin tek hâkimi ve oldukça yaramaz bir yapıda iken beni etkisiz kılmak için aile içindeki sinsi planları hem de o yaştayken nasıl farkına varayım varın siz düşünün?
Biz o dönemlerde büyükbabam ve babaannemle birlikte otururduk ve büyükbabamla çok iyi anlaşırdık. Canım benim, babamın sert tutumlarını karşılıklı dertleştiğimizde bana “baban olacak o deyyus” diye başladığı o cümleler hala kulaklarımdadır.
Ben daha konuşmayı yeni yeni öğrendiğim o dönemlerde bir kulak yanılsaması yaşıyormuşum meğer. Babam deyyus değil zekâsıyla ünlü Ithaka kıralı Odysseus’muş (ki mahalledeki adı yıllarca ayıp olmasın diye kıl yerine “Kel Ferit” olarak yüceltilmiştir) ve dâhiyane planında önce annemi bilemiyorum hangi vaatlerle kandırmış.
Ordusunu içine gizlediği annemi Truva Atı gibi kullanarak krallığımın içine sokmuş. Ben dokuz ay boyunca garibim, tarih bilgisinden ve bu tür Yunan hinliklerinden bihaber mutlu mesut tebaamla yaşamışım. Gözden kaçırdığım için kendime kızdığım ise annemin bu gizli antlaşmayla beni nasıl sırtımdan vurduğu.
Derken yıl 1968 ve bir gün ben daha yeni yıl sarhoşluğumu üzerimden atamadığım bir dönemde bana artık ailemize yeni bir ferdin daha katılacağı iletildi. Bu tip şeylere alışık olmadığımı ve nasıl ters bir tutum izleyeceğimi bilemediklerinden de yeni gelenin eli boş gelmediğini önemle belirterek gönlümü hoş tutmaya çalıştılar.
Dedim ya ilk duygular; bir gidelim, yerinde görelim, test edelim de eve öyle kabul edelim diyerek geleni otağında ziyaret etmeye karar vererek pay-i tahtımla belirlenen yere gittim. Bir de ne göreyim annemin yanında yatan bir “Sarı Çocuk” ve o günlerde değerlerini bilmediğim pek çok hediye. Odysseus’un suratında ise o tarifsiz gülücük.
Hediyeleri hışımla kabul edip hemen yüz göz olmayalım diye arkamı döndüm ve tüm dikkatimi arkamdakilere vererek pencere pervazında hediyelere kimlikler kazandırmaya başladım. Belli ki artık yalnızdım. Yapabileceklerim ve intikamımın sınırı yoktu ve olamazdı da. Herkes nasibini alacaktı.
Babamın bana isim koyma hikâyesi mistik değil ilahi bir hal almaktaydı artık. Ne yöne dönseler Ufuk’u göreceklerdi. Yıllar sonra annemin tebessümle söylediği gibi, beni oturarak gördüklerinde hasta mıyım diye ateşimin ölçülmesi vakti gelmişti.
Bu dünyaya gelirken üstlendiğim misyonu artık iyice algılamıştım. “Odysseus artık bitti” diye sevinirken ne yazık ki her şey yeni başlamakta idi…
Ufuk Fikret Ozan
08.09.2020